Adana -Türkiye Emekliler Derneği Batı Karadeniz Gezisi düzenlemişti. Gürsel Caddesi üzerinde bulanan Dernek Başkanlığına gittim. Geziye katılacağımı bildirdim. Kaydımı yaptılar. Gezi, 5-9 Kasım 2019 günleri gerçekleştirilecekti. Gece-gündüz dört gün sürecekti. Gezi boyunca kılavuzumuz Fadime Hatun ve beyi bilgiler verecekti. Saat 22.00’de dernek önünden kalkacaktı otobüs. Saatinde oradaydım. Seastar Travel (SST)’nın iki otobüsü hazırdı. 01 CMT 68 plakalı otobüsün 32 numaralı koltuğuna yerleştim. İki otobüsün toplam 100 kadar yolcusu vardı. Saatinde kalktı. Karanlıkları yara yara geldik Bolu’ya. Hava soğuktu, çantamdan paltomu çıkarıp giydim.
Bolu benim eski göz ağrımdı. 1965-67 yıllarında Kıbrısçık’ın bir köyünde öğretmenlik yaptım. Kentin ortasından ana cadde uzanıyordu. Otobüs işletmelerinin birinin önündeydik. Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Sevdiceğim kaldı orada. Gözlerimin buğusu halen üstünde…
Yedi Göller’i, Abant’ı görememiştim o zamanlar…Yedi Göllere doğru yola çıkıyoruz. Buraya 200 km.’ymiş. Büyük otolar sığmıyormuş göller arasına. Midibüslere bindirildik. Tırmanıyoruz dağlara. 1200 m. Yükseltideymiş göller. Dağ dorukları daha yüksek, 2000 m.’yi geçiyormuş.
Mustan Orman İşletmesi’nin hemen yanında köylülerin el ürünleri, gıda ürünleri sattığı barakalar vardı. Durduk, alışveriş yaptı arkadaşlar, çay içtik.
Yola koyulduk yine… Dağın kuzey eteklerine indik. Birbirine akan yedi göl… Kurumuş biri nedense?… Göllerin yüzeyi sapsarı orman yaprağı. Göl tabanından fışkıran yeşil otlar karışmış arasına… Barakalar, geçici çadırlar kurulmuş, dağ, göl, ağaç havası alıyor insanlar. Oksijenin bolluğu sarsıyor bizi. Ağaç arasında kara sevdalılar…
Boyu 50 metreye kadar uzanan ağaçlar… Kayın ağaçları, köknar, ladin, palamut, sarıçam, kavak… ve çalılar kardeşçe yaşıyorlar… şikayetçi değiller birbirlerinden. Ey insan ibret al ağaçlardan…
Kiminin yaprakları dökülmüş, kiminin dökülmek üzere, kiminin de yaprakları inadına yeşil… Böyle bir ortamda yüz kişi… dilediği, beğendiği yerde fotoğraflar çektiriyor… İşte görkemi tamamlayan ahşap bir köprü. Dernek başkanımız Seyfi H. İyiyürek, soyadı gibi biri… Hizmet veriyor yardımcılarıyla… Fotoğraf çektirelim diyor. Ahşap köprüde toplanıyoruz, fotoğrafımız alınıyor hep birlikte
O güzelim gölleri görkemleriyle baş başa bırakıp midibüslere binip geldiğimiz yollardan geçerek ayrıldık, geldik Bolu’ya. Bizi buraya dek getiren otobüslerimize bindik, kentin güney yamacında, Kıbrıscık, Seben yolu üzerinde Gölcük Gölü’ne ulaştık. Aklıma düştü yine Kıbrısçık, hemen kaçasım geldi köyüme! Burası başka bir görkemde, doğa bütün güzelliğini sergilemiş… Ayrılmak gelmiyor insanın aklına…
Yine otobüslere doluştuk. Kentin merkezinden geçerek Abant’a yöneldik. Göl uzanmış süslü cilveli bir yastık gibi, sevişiyor çevresiyle… Otlar, ağaçlar sonbaharın bütün tonlarını taşıyan renkleriyle çekiyor kendine, kucaklıyor bizi. İşte Yaşar Kemal çıkıyor otelinden bitirmiş romanını. Lisesinde öğretmenlik yapıyor Nazım Hikmet, Vala Nurettin.
Karşıda yöresel ürünler satan dükkanlar sıralanmış, kıyısında üç fayton duruyor; fotoğraflarını çekeyim derken ikisi birden ayrıldı, kalanın fotoğrafını çektim…
Yetmişli-seksenli yıllara kadar taşımacılık işlevini gören faytonlar kaldırıldı, ney imiş efendim caddeleri kokutuyorlarmış! Egzoz dumanları kokutmuyor mu?
O yıllarda Anadol, Murat taksiler yeni çıkmış, ucuz taşımacılık yapıyorlardı. Ondan önce Bıyık, İmpala, Şavrole taksiler vardı, çok azı taşımacılıkta kullanılıyordu. 2000’li yıllara doğru bunlar kayboldu. Şimdi başka taksiler, başka markalar, konuşan lüks otolar, limuzinler var. Ama günümüzde yakıt o kadar pahalı ki zorunlu olmadıkça bir yerden bir yere gidemiyoruz!
Yolumuz, Zonguldak’a çevrildi. Kömürü bulan Uzun Mehmet öldürülmüştü. Öldürülmeler durmadı, kömür karasına bulaştı insanların kanı. Grizu gazlarına yüklediler bu işleri. Kömür göçükleri, çöküntüleri yüzlerce işçiyi yaşamdan kopardı. Birinde, oğlu, beyi ölen bir kadının ağıtını dinlemiştim. Bir dörtlüğünde şöyle diyordu:
“Kara kömür kara kömür/ Karadan da kara kömür/ Saç bağımı kara ettin/ Karalara gömülesin kömür”
Dünya alem dinledi bu ağıtı ama bir şey çıkmadı sonuçta. Yine öldürümler, ölümler sürdü. Ölenlerin yerine yenileri geldi, ölüme aday oldular…
Konuyla ilgili bir oyun yazmayı tasarlamıştım. Aldığım notlar yetmedi. Zonguldak kömür madeninde çalışmaları görmem gerekiyordu; olmadı… göremedim bir türlü!
Akşam üzeri geldik Zonguldak’a. Yüreğim “Zonguldak Zonguldak” diye çarpıyordu. Kara trenler yürüdü, vapurlar işledi, insanlar ısındı kömürlerle…
Yerleştik Dedeman Oteli’ne. Akşam yemeğini yedik. Az sonra 124 nolu odaya yerleştik. Saat 3.30 sıralarında alarm çaldı. “Dikkat dikkat, bu bir yangın senaryosudur, falan yerde hemen toplanınız…” Alap çabucak giyindik, çıktık salona, bütün odalar boşalmıştı, falan yeri bilen yoktu! Bir yanlışlık oldu haberi geldi. Geri odalarımıza girdik…
Zaten zorla uyuyordum, yeniden uyumak zor oldu… Yedi sıralarında uyandığımda odam karanlıktı. Aydınlatıcı kartımı oda arkadaşım kendi kartı sanıp alıp gitmişti. Ne yapayım, telefon geldi aklıma, ışığından yararlandım.
Kahvaltı salonunda gördüm arkadaşımı. “Yahu kartımı almışsın” dedim, “Yooo benim kartım” dedi, çantasına baktı iki kart çıkınca “Kusura bakma” dedi, kartımı verdi.
Kahvaltılar açık büfe. Çok çeşitli, değişik yiyecekler var. İki yumurta, peynir, zeytin, bal, tereyağı, ekmek, çay aldım bir masada kahvaltımı yaptım.
Balkona çıktım. Karadeniz gözlerimin ucundaydı. Zonguldak’ı ne kadar görüyorsam o kadarını görüyordum. Sabahın güneşi altında sisli esmer bir havaydı gördüğüm.
Işık giriyor makineme, fotoğraf çekmekte zorlanıyorum. Lobiye indim . Kartı resepsiyona teslim ettim. Zonguldak’ı gezemeyecektik. Otobüslerimize bindik, pencereden Zonguldak’a baka baka çıktık. Yollar ağaçlı, çalılık… Akdeniz, iklimi de görülebiliyor burada.
Bartı’nın içinden geçerek Amasra’ya geldik. Amasra deniz kıyısında; deniz çevrelemiş dört yanını. Tarihi eski uzak önceliklere dayanıyor. Her yeri kale, her yeri taş… Aralarında küçük şirin, ağaçlı, çiçekli evler… Marina’da balıkçı kayıkları bekliyor…
Fatih Sultan Mehmet Buraya gelmiş, o kadar sevmiş beğenmiş ki; lalasına, “Lala ben burayı savaşsız, kavgasız almak istiyorum, git söyle Cenevizli Kale komutanına, kalenin anahtarını versin.” Söylemiş, komutan iki bir etmeden vermiş anahtarı(!) Düşünüyorum, Padişahın veziri-sadrazamı yok muymuş da, lalasına buyurmuş bu işi?!
Daracık sokakları geziyoruz. Bazalt taşlardan yapılmış kale kalıntılarını görüyoruz. Şimdi de dar ve yokuş bir sokakta Fatih adını taşıyan cami yükseliyor, kiliseymiş burası, camiye çevirmiş Fatih; cuma namazlarını, bayram namazlarını burada kıldıran Fatih kılıcını çekip minberde hutbe okumuş. O günden beri de imamlar da aynı geleneği sürdürüyorlarmış.
Öğle saati gelmişti. “Çeşmi Cihan Balık Restoran”a girdik. Kişi başı balık kırk lira. Ben severek balık yiyemediğim için yoğurt yemeyi tercih ettim. Doğrusu ilk kez camız yoğurdu yiyordum. Tuğladan biraz küçükçe kalıp halindeydi. Kesip kesip yedim, çok lezzetli ve güzeldi. Haaa ederini söyleyeyim, 15 Tl.
Amasra’dan dönüşte Kastamonu’u içinden geçiyoruz. Bir yarım saatçik mola veriliyor. Cumhuriyet Caddesiymiş bura. Ortasından Karaçomak Çayı geçiyor. Atatürk burada giymişti şapkayı. Karşıda dağ üstünde kalesi, gideyim dedim, gökkuşağı gibi gittikçe uzadı, verilen süre bitmek üzereydi döndüm. Derler ki, Kale komutanı Tekfur’un kızı güzel Moni, Türk komutana aşık olmuş. Kale anahtarını teslim etmiş sevgilisine. Babası atmış Kale burcundan aşağı… “Kastın ney idi Moni’ye” diye bağırmış görenler?… Aşkının cezasını çekmiş Moni. “Kastamonu” adı kalmış buradan.
Bu güzel kentten de ayrıldık. Yolda polisler durdurdu bizi. Aferin polislere. Türkiye Emekliler Derneği üyeleri olduğumuzu öğrenince, çay ikram ettiler bize. Teşekkür edip yeniden koyulduk yola, sür Safranbolu’ya.
Tokatlı Kanyonu’nuda duruyoruz. Burası da ilginç bir yer. Cıncık, boncuk, gıda pazarı kurulmuş. Yanında (Y) biçiminde büyük bir kanyon. Biri de “Kristal Teras” diye bir yer kurmuş, giriş 5.5 tl. Gazeteci kartımı gösterdim, olmazlandı.
Kanyon’a gittim, kartımı görünce izin verdiler. Fotoğrafını çektim. Sular yarmış kayaları, büyük bir dere oluşturmuş ama suyu az ve bulanık, kıyıları ağaçlı sazlık… yatağında derenin yürüyüş yolu oluşturulmuş; görmeye değer bir yer…
Kafama bir şey takılıyor… Buralar kamunun malı. Kamu kendi malını neden parasıyla görüyor anlayamıyorum?! Yalnızca buralara değil, deniz, ırmak kıyıları da öyle! Karaisalı-Çakıt-Yerköprü de…
Karabük’e yöneldik. Karabük karaçalılık anlamına geliyormuş… Karası belli kara renk, bük çalılık topluluğu. O zaman kara çalılık yer anlamına geldiği beliriyor… Ama daha gelmedik Karabük’e. Yolda Lati lokumculuğa uğradık. Arkadaşların üçte ikisi lokum aldı nerdeyse?
Karabük’ten geçip, Safranbolu’ya vardık. Adı safran çiçeğinden geliyor. Üretimi zor bir bitkiymiş. Köylerde ancak toplam 25/30 kg. üretilebiliyormuş. Kendine özgü tadı kokusu varmış. Pahalı bir bitki. Batı ülkelerinde mutluluk iksiri olarak kullanılıyormuş. Yirmi bir derde devaymış. Hücreleri yeniler, zekayı, cinsel gücü arttırır, yaşamı kolaylaştırır, kanseri iyeleştirir, unutkanlığı kaldırır…
Otobüsümüz “Kazdağları” denilen alanda durdu. Bir saat kadar özgürlük tanındı. Çevreyi dolaştık. Arasta denilen çarşıları, dar sokaklardan dolaştık. Turizme yönelik cıncık boncuk, oyuncak, ahşap kaşık, çömçe, saplı su kapları, yöresel ayakkabılar, kumaşlar (…) satılıyordu… Memlekete götürmek için bunlardan alanlar oldu…
Sokaklar dardı, Çakıl taşları, düz taşlarla döşenmişti. Yağışların yağması, insanların gezmesiyle zamanla aşınmış, kayganlaşmış taşlar. Kuru kuruya bile ayağım kayma tehlikesiyle karşılaştı.
Evler genellikle ahşap, restore edilmiş, turistik hale getirilmiş. En yaşlısı 600, en genci 100 yıllıkmış. Hiçbir evin gölgesi diğer bir evin üstüne düşmüyormuş; güneşin gelme açıları ona göre düzenlenmiş… Ahşap, helik taş mimaride bir şaheser oluşturulmuş…
Saat dolmaya yakın alana vardık, otobüslerimiz hazırdı bindik, otelde indik. “Safran Siti” adını taşıyordu, çok katlıydı otel. 3009 nolu odaya yerleştik. Karnımız açtı, açık büfeden doyurduk.
Buraya, Tay dergisinin çağrısı üzerine 2006 yılının Nisan ayında gelmiştim. “Köy Enstitüleri” etkinliğine katılmıştım. “Köy Enstitüsünden Öğretmen Okuluna” konusunu işlemiştim. Birçok arkadaş tanımış, otelinde kalmış, evlerini görmüştüm… Onlardan biri de Döndü Açıkgöz’dü, çoktandır görmüyordum telefon ettim, “zamanın uygunsa gel” dedim. Değilmiş. Kitap getirmiştim, “Aşıklar Aşığı Haydar Aslan, Hoptirinam Halk Öyküleri, Çöp Kutusu”; resepsiyona bıraktım.
Ayrıldık sabahleyin safranıyla yaşam veren kentten. Yollardayız. Ulaştık sonunda Sinop’a. Otobüsümüz bizi limana bıraktı. Buranın mantısı ünlüymüş. Öğle yemeği için bir restorana girdik. Çoğumuz mantı istedi. Hamuru büyükçe, eti bol, cevizli, tereyağlı, yoğurtlu, tane tane kaşıkla yiyorsun… 30 Tl. Su, gazoz, içecek gibi şeyler isterseniz onların da ayrıca parası ödüyorsunuz… Biz Kayseri mantısının ünlü bilirdik… Bizde de mantı yapılır etli, yoğurtlu, sarımsaklı.
Bir saat kadar serbesti verildi yine. Tek başıma dolaşmayı severim. Sinop’u baştan sona görmek isterdim… Kale kalıntıları hemen göze çarpıyor… Denize bakan burcunun fotoğrafını alıyorum… Limana dalıyorum. Sağında solunda gemiler… ve balıkçı gemileri… fotoğrafını çekiyorum… Hemen dönüp kentin sokaklarına giriyorum… Bir balıkçı dükkanın önündeyim. Fotoğrafımı çekecek birini bulamıyorum!… Taze çok taze mavimsi hamsileri görüyorum… Ne kadar ucuz 5 Tl. Telefonum çalıyor, vakit doldu deniliyor; koşarak belirtilen yere vardım. Bindik otobüse… İndik hapishaneye…
Sinop, merak ettiğim kentlerden biriydi. Karadeniz’e uzanmış burnuyla… hapishanesiyle tanınıyor. Ülkenin ünlüleri, ustaları, yazarları, oyuncuları yatmış bu hapishanede.
Büyük bir alana kurulmuş. Kesme ve kaba taşlardan yapılmış, bir metreden fazla kalınlıkta duvarlar var… Pencereler küçücük kuş gözü gibi. Kapılar demir parmaklı. İçeriye girişte dut ağaçları bulunan geniş bir avluyla karşılaşıyoruz, sol tarafında darağacı; kim bilir kaç kişi asıldı bu ağaçta? Sağ tarafta zindan, oldukça karanlık; duvara çakılı iki zincir bukağı-pranga… Volta alanlarını, çocuk ıslah evlerini, odaları geziyoruz… Hepsi çok perişan, yatılacak gibi değil, müze olarak düzenlenmiş güya; hiç müzeye de benzemiyor. Kendi haline terk edilmiş bir yapı. Buraya deniz dalgalarının vurduğunu sanırdım, öyle değilmiş, içerlekte hapishane…Sabahattin Ali’nin Koğuşu’na geldik. İçinde kimse olmadığı halde demir kapıları kilitli. Duvarında, fotoğrafı şiirleri asılı.
“ALDIRMA GÖNÜL ALDIRMA- Başın öne eğilmesin/ Aldırma gönül aldırma/ Ağladığım duyulmasın/ Aldırma gönül aldırma// Dışarıda deli dalgalar/ Gelip duvarları yalar/ Seni bu sesler oyalar/ Aldırma gönül aldırma/…/ Kurşun ata ata biter/ yollar gide gide biter/ Ceza yata yata biter/ Aldırma gönül aldırma”
Biz de “aldırma” diyebiliyor muyuz?
Hoşça kal Karadeniz, ver elini Adana…