Abdullah Özkucur yazmış; Öğretmen Dünyası yayınlamış “Köy Enstitüleri Destanı”nı. Gördük ki okuduklarımız çok ilginç. Kimi bölümlerini aktaralım:
Bulunduğumuz yer kara trenin kompartımanı. İçeriye uzun boylu, kırmızı yüzlü, bıyıklı 25-30 yaşlarında biri girer, Abdullah Özkucur’un karşısına oturur. Sanki sorgucu!
-Sen enstitülü müsün?
-Evet
-Elbiselerinizi enstitü mü veriyor?
-Evet
-Nereden geliyorsunuz?
-Ladik Akpınar Köy Enstitüsü’nden
-Nerede bu enstitü?
-Ladik’te.
-Ladik nedir?
-Samsun’un bir ilçesi.
-Ne yaptınız orada?
-Bir okul binası yaptık.
-Siz usta mısınız?
-Kendi çapımızda.
-Sizler köylüsünüz değil mi?
-Evet, tümümüz.
-Köyünüzde mi öğrendiniz ustalığı?
-Yok! Biz köyümüzde tuğlanın, çimentonun ne olduğunu bilmiyorduk, enstitüde öğrendik. (s. 47)
Çevirelim sayfaları, başka neler var?
Okul Müdürü Rauf İnan var. Öğrencilere güvenen, onların iyi yetişmesini isteyen. Toplantılara öğrenci başkanını da çağırtır. Buna karşı duruşlar olur. O şöyle konuşur: “Arkadalar, bundan böyle, öğrencileri ilgilendiren işler konuşulurken, toplantılarımıza onlardan da temsilciler çağıracağız. (…) Kendileri için neler düşündüğümüzü, kaygılarımızı, çabalarımızı öğrensinler. Yönetmenin, yönetilmenin ne olduğunu bilsinler. İsteklerimizi arkadaşlarına iletsinler. Onların isteklerini bize getirsinler. Oturalım, konuşalım, tartışalım….” (s. 57)
Rauf İnan; “Bundan niye sakınalım ki? Öğrencilerin aldıkları not, onların yetişme düzeyini gösteren birer değerlendirmedir. Öğrencisini iyi tanıyan bir öğretmen gerçek notu verecektir. Bunda saklanacak bir şey yoktur. Çünkü bir eğitimci, art düşünceli olamaz. (…) Keşke olanak bulunsa da yıl sonunda sınıf geçme notları verirken, kafamızın içindekileri onlara sergileyebilsek. Düşündüklerimizi, duygularımızı, iç acılarımızı algılatabilsek… Sınıfta kalan bir öğrencinin duyduğu acının yüz katını biz çekeriz; bunu onların bilmesinde yarar vardır. Bunu bilen her öğrenci, eğer seviyorsa ve güveniyorsa, inanıyorsa öğretmenini üzmemek için gece gündüz çalışır, en iyi notu alır, hem kendi sevinir, hem de öğretmeninin yüzünü güldürür..”(s.53)
Öğrenciye ne büyük güven, ne büyük inanç değil mi? Şimdi böyle kaç öğretmen var? Bu özellikler büyük eğitimcilerde bulunur. Enstitüde yaparak, yaşayarak öğrenme egemendir. Kitaplar okunur. Okunanlar uygulamaya konur. Boş bilgilerle donatılmaz kafalar. Enstitünün binaları, kapıları, elektrikleri, hep öğrenciler tarafından yapılır. İnsan gücünün bilime uygulanışı en iyi burada görülür.
Tarım Öğretmeni Mustafa Şölen, çevreyi bir dolaştıktan sonra öğrencilerini başına toplar; “On kadar köy gezdim… Gördüğüm köylerin çoğunda sebze adıyla anılacak hiçbir bitkiye rastlamadım. Halkın çoğu, taze fasulye, domates, patlıcan, patates, biber, soğan, sarımsak, havuç, bamya, enginar, gibi sebzelerin nasıl yetiştirildiğini bilmiyor, çoklarını da tanımıyor. Halk ne yiyip içiyor, düşündüm kaldım.”(s.63)
Bu ne demek oluyordu? Köye, köylüye örnek olunacak. İlk kez enstitü yetiştirecek bu bitkileri. Sonra köylü ekecek, dikecek, öğrenecek. Buradan çıkan çocuklar köye yaşam götürecek. Enstitüde öğrendiği bilgileri, köyün öğretmeni olarak, onlara öğretecek. Ne güzel değil mi? Köylü kalkınacak, büyük kentlerin yollarına düşmeyecek, gecekondular kurmayacak… Ne büyük amaç!?
Bakınız, Çifteler Köy Enstitüsü’nde 1944 yılında neler oluyor?: 1205 zerdali, 3500 badem, 1000 akasya, 1000 elma/armut, 3000 kavak, 700 dut ekilip/dikiliyor. 100 tonun üstünde sebze, 50 tonun üstünde tahıl yetiştiriliyor, hayvancılığa önem veriliyor…
Öyleyse; “Toplumlar eğitildikçe uluslaşır, topraklar işlendikçe yurtlaşır.”(s. 69 Atatürk de Orman Çiftliğini kurarken traktörle çift sürerken böyle düşünmüyor muydu?
“Sürer eker biçeriz güvenip ötesine
Milletin her kazancı milletin kesesine
Toplandık Baş Çiftçi’nin Atatürk’ün sesine
Toprakla savaş için ziraat bahçesine
Biz ulusal varlığın temeliyiz köküyüz
Biz yurdun öz sahibi efendisi köylüyüz” (s. 70)
Köy enstitülerinin “Ziraat Marşı”ydı bu. Köylü bu ilkeler üzere kalkındırılacaktı… Başa aldığım konuşmayı anımsayalım:
Köy enstitüleri böyle başarılı sürüp giderken, köyü köylüyü kıskananlar, birçok benzeri konuşmalar yaptılar. Köy enstitülerinin kapatılması için çalıştılar…
Abdullah Özkucur, şöyle yakınıyor bundan:”Bugüne dek bilincine vardığım kadarıyla bizler bilim ve eğitim ordusunun bireyleriydik. Ne demekti Hasan Ali’nin askerleri? Asıl maksat neydi? Sonra giysilerimizi beğenmiyorlardı. Şık, gezmelik giysilerle iş yapamazdı ki.... ” (S. 107)
İşte böyle verimli, kalkınmalı, eğitim yuvasını ağalar beyler kapattı. Bugün yabancılara muhtaç olmuşuz!
…
(*). Abdullah Özkucur-Köy Enstitüleri Destanı, 158 s., Öğretmen Dünyası y.,1. Bsk. Ocak 1985, Ankara