Ahmet Çiftlikçi
Sayın Karaisalıhaber yetkilisi Malatya kent tarihi ile ilgili araştırma yaparken maalesef yazarınız Vahit Şahin'in hiç doğru olup olmadığına bakmadan alıntılayarak köşesine koyduğu yazıyı okudum. Malatya'lı bir devlet adamına çamur atma düşüncesiyle orijinal bir hikayeyi çarpıtarak oluşturulmuş alıntıyla ilgili aşağıdaki gerçekleri okuduğunuzda yüzünüzün kızaracağını utancınızdan yerin dibine gireceğinizi tahmin ediyorum. Malatya sevdalısı bir okur olarak bu rezaleti hiç araştırma yapmadan yazan ve yayınlayanların bizzat Amerikalılara vatanlarını namuslarını satan şerefsizler olduğunu söyleyebilirim. Basın meslek ilkelerine uyma sözü veriyorsunuz.
Malatya'lı bir devlet adamına yapılan bu hakareti düzeltmeniz için bu düzeltme metnin yayınlanması zorunlu olmaktadır.
Kemal Tahir'in Namuscular romanında bahsi geçen bir hikayenin sonuna Turgut Özal çamur atılmak için eklenmiştir. Kezban Ertuğrul Deliorman’ın yazdığı “Gâvur” adlı kitapta yer alan bir hikayedir. Namuscular romanında yazar bu hikayeyi koğuş arkadaşlarına okumaktadır. Malatya Cezaevinde yatan Kezban ile bu kitaptaki Kezban karakterlerinin birbirine benzediğini belirtir. Konunun Turgut Özal'la uzaktan yakından bir ilgisi olmadığı aşağıda yer alan orijinal metinden anlaşılacaktır. Hikaye Kemal Tahir'in Namuscular romanında geçmektedir. Namusçular Kemal Tahir'in 1974 yılında yayımlanan romanıdır. “Namus meselesi" yüzünden eşlerini ya da sevgililerini katlettikleri için ya da ensest ilişki nedeniyle hüküm giymiş olan, "Namuscular" diye isimlendirilen mahkumları konu edinir.
Yazar, bu romanı 1941-1944 yılları arasında Malatya Cezaevinde bulunduğu sırada tuttuğu notlardan çıkarmıştır. Kemal Tahir'in 1973'te ölümünün ardından eski yazıdan yeni yazıya çevrilip daktilo edilerek yayıma hazırlanan roman, Bilgi Yayınevi tarafından 1974'te yayımlandı. Kemal Tahir, ölmeden önce Malatya Cezaevi Notları üzerinde yeniden çalışarak Namuscular'ı yeni bir biçimde yazmaya başlamış, ancak ilk sayfalarını yazdığı bu eseri tamamlayamamıştır. (Kaynak:Vikipedi)
Namuscular orjinal metin sayfa 112-123.
Bir tarafta namusunu temizlemek meşru hakkı, bir tarafta hastalık korkusuyla kerhaneyi devam ettirmek meşru mazereti ... Biz nelere alışmışız yarabbi! -İstanbullu bir an durdu. Bir şey hatırlamış gibi elini kaldırdı. Yüzü karmakarışık olmuştu. Durun bakalım! Daha alası var. Orospuluk bile milliyetçiliği, yüksek ırkçılığı propaganda eden vasıta haline geliyor. Yani birkaç sene sonra onu, yalnız mazur görmeyeceğiz, bir taraftan da alkışlayıp tamime çalışacağız.
- Anık mübalağa ediyorsunuz!
- Mübalağa nasıl söz! Mübalağa birisini aldatmak için kullanılır. Şaşırtıp aldatmak için. Eğer, burada kim olursa olsun birisini aldatmak istesem, ben de sabahtan beri herkese uyardım.
"Herif iyi etti, namusunu temizledi," derdim.
İnsanları aldatmanın en doğru yolu, en kestirme yolu, sözlerini tasdik etmektir.Orospuluk bir yüzkarası olmaktan maalesef çıkıyor Müdür bey,bir ırk üstünlüğü misali oluyor. Kezban'ın babasına ben işte o sebepten kızıyorum. Şoför, şuradan kitabı ver. Başta duruyor.Küçük, pis bir kitap ... Şurada canım ... Kalktı. Kitapları raftan çıkardı. Birisini getirip masaya koydu.
- İşte beyler, güldü -:Ne tuhaf! Sizin evden getirttiğiniz kitaplardan birisi imiş. "İzmir Hikayecileri Antolojisi". Okumadığınız anlaşılıyor.
- Küçük kardeşim göndermişti. Okumaya vakit bulamadım.
- Öyleyse . .. Lütfen sabredeceksiniz ... -Yapraklan acele acele çevirdi-: Size efendiler, İncili şerif okumuş bir muharrirden bahsedeceğim. İncili şerif okumuş bir muharrirden ve bir Türk orospusundan ... Halis kan bir orospu ... -Aradığı yeri buldu-:
İncili şerif okumuş muharririn adı ve soyadı: Ertuğrul Deliorman. Tanıyor musunuz? Müdür bey?
- Hayır. Gençlerden olacak.
- Evet, gençlerden ... Babası adı Salih. Anası adı: Sıdıka. Doğum tarihi: 1332. Ooo, pek de genç değil. 26 yaşında ... Tahsili:
İlk tahsilini Bulgaristan Eskicurna Türk rüştiyesinde ikmal etmiş. Türk sefareti vasıtasıyla Balıkesir muallim mektebine yerleştirilmiş. 1936'da Sivas'tan mezun olmuş. Şimdi, inkılap sayesinde kızlarla erkeklerin bir arada okudukları ilk mekteplerden birisinde hocadır. Kendi ifadesine göre ilk dinlediği kitap Süleyman Çelebi'nin Mevlüt'u. İlk okuduğu kitap İncili şerifmiş. Muharririn hayatına gelince: İlk yazısı Balıkesir'de "Türk ili" gazetesinde çıkmış ve daha on altı yaşındayken aynı gazetede
"Sesler" başlığı altında her gün bir fıkra ve muhtelif imzalarla röportajlar, hikayeler, romanlar yayınlamış. Vallaha uydurmuyorum.
Aynen okuyorum. Gelelim eserlerine ve edebi mesleğine: İlk öğretmenliği Malatya vilayetinde olduğundan -tesadüfe ne dersiniz?- hemen bütün hikayelerinin mevzularını buradaki Ayvalık köyünden almışmış. Son üç dön senedir İzmir kazalarında öğretmenlik yapmış. Şimdi "Yeni Asır" gazetesinde muharrirlik etmekteymiş. Mecmua ve gazetelerde çıkmış hikayeleriyle, henüz neşredilmemişlerinden meydana getirdiği dört beş kitabı varmış. Kendi tabiriyle "iki yakası bir araya gelince" neşredecek.
Size şimdi hikayeyi okuyacağım. Aynen: İsmi: "Gavur!" Başlıyorum:
"Geceleyin kasabanın en canlı sokağı muhakkak ki "kırmızı fener" sokağıdır. Meyhanede ipi kıranlar, içkinin ve ebedi kadın daussılasının köpürttüğü hakiki hüviyetlerini etrafa taşıra taşıra faytonlarla o sokağa girerler.Hadisenin olduğu gece, "kırmızı fener" iki tarafa yalpa vuranlar, kapı kapı dolaşanlar, karışık içkilerin kamçıladığı seslerle doluydu. Çünkü gündüz çılgın bir neşeyle Cumhuriyet bayramı kutlanmıştı. Böyle gecelerde Allahın affedemeyeceği hiçbir günah yoktur.
Kapısında gemici feneri yanan evlerden üçüncüsü adeta kudurmuştu. İçerisi hıncahınçtı. Dışardan kapıya yüklenenlere "ana kadın" ağız dolusu küfürler savuruyordu.Fakat laf anlamayan, "Kezban, Kezban" diye haykırışan ... "
İstanbullu gülümseyerek durdu - Beyler! lşte bakın. Vallaha uydurmuyorum. Hadise garip bir tesadüften ibarettir. Belki bu mevzuda bu kitabı hatırlayışım da bu tesadüften ileri geldi. Vaka Malatya'nın "kırmızı fener"inde cereyan ediyor. Kahramanının ismi de "Kezban". Size de öyle gelmiyor mu? Biz sanki hikayenin şu anda, vaktiyle yazılmış bu hikayenin mabadini yaşıyoruz. Devam ediyorum. Müsaadenizle: Kezban diye haykırışan bu insanlara küfür para etmeyince tatlı dil dökmek mecburiyetinde kalıyordu:
- Beyler! Kezban değil ya, marsık Emine bile boş değil bu gece ... Başka akşam buyrun, yarın akşam buyrun.
Kezban iki aydır bu kasabada çalıştığı halde, bir türlü doyulamayan bir kadındı. Nereden geldiğini, nenin nesi olduğunu doğru olarak bilen yoktu. Bu hayata yeni mi atılmıştı, yoksa tramvaylı şehirlerin umumhanelerinden mi buraya gelmişti? Soranlara kahkahayla gülerek:
- Bir orospunun hayatı ne olacak arslanım! -derdi. Bak keyfine sen.
Son derece neşeliydi. Müşterilerini eğlendirmek, memnun etmek hususunda müthiş sabır sahibiydi. Oturduğu yerde duramazdı. Gramofona oynak bir plak kor, mayosu içindeki (geceleri kırmızı mayo giyerdi) kıvrak vücudunu kıvıra kıvıra döner, dönerdi. Yorulunca başını avuçlayarak oturan müşterilerden birinin kucağına yığılır, fıkır fıkır gülerek gözleri kapalı birkaç dakika öylece kalırdı.Gece bir hayli ilerlemiş, sokağın yükü biraz hafiflemişti. Kezban gene gramofona uymuş, tahta döşemeleri zıngır zıngır titretiyor, çaça kadının:
- Deli misin sen ayol? Akşamdan beri yirmi müşteri savdın otur, dinlen biraz. A, a, böylesini hiç görmedim. Şeytan kulağına kurşun, hasta olacaksın, kız! diye bağırışına mukabele olmak üzere karşısında parmaklarını şakırdatarak göbek çalkalıyordu.
Tek tük müşteri kapının küçük penceresinden şöyle bir göz atıyor, içeri girmeden geçip gidiyordu.Saatin on ikiye yaklaştığı sırada, kapı çalındı. !çeriye ağızlarında pipo, sarı saçlı, uzun boylu iki kişi ile beraber yine şık giyinmiş, göbekli bir adam girdi. Kezban oyununu bozmamıştı. Gelenler garip bir dille selam vererek hasır iskemlelere yerleştiler. Plak durmuştu. Uzun boylulardan biri ağzındaki piponun yanı başından dumanla karışık birtakım anlaşılmaz kelimeler çıkararak ellerini çırptı. Kezban onlara bakmadan ana kadının kollarına yığıldı.Yabancılar, alakayla Kezban'ı, laubalilikten fazla kadın samimiyetiyle dolu vücudunu seyrediyorlardı. Karşılarında, oturdukları yerde uyuklayan biri şişman. öteki geçkin,üçüncüsü çukulata renkli kızların varlıklarıyla yoklukları birdi sanki.
Kezban çaça kadının kucağında kalakalmıştı. Gözleri hala kapalıydı. Belki de uyuyordu."
lstanbullu nefes aldı:
- Buraya, hikayeci üç yıldız koymuş. Yani tasvir ve takdim
bitti. Bu hikayenin yazılmasına sebep olan asıl vaka başlıyor demek. Birer cigara buyrun. Devam ediyorum:
"Bu iki yabancı, mütehassıs sıfatıyla bir dost memleketten getirilmişlerdi. Harp yangınından çok uzakta bulunan bu kasabada yaşamak onlara sonsuz bir zevk ve huzur veriyordu.Sabahleyin, bol kahvaltıdan sonra iş otomobillerine binerler, toz, toprak içinde "askerlik" oynayan çocukların,sığır mayıslarını eşeleyen tavukların ve kaldırım üzerinde güneşleyen komşu köpeklerin, daracık sokağın iki keçesine kaçışlarını keyifle seyrederek ve onlara anlamadıkları bir lisanla bağırarak kasabaya on beş kilometre mesafedeki işlerine giderlerdi. Onları zaman zaman yoklayan bir yokluğun sıkıntısı vardı: Kadın! Hayır, güzel olması şart değildi. Sadece kadınlık edecek kadınların yokluğu. Kendi memleketlerini düşünüyorlardı. Akşam paydosundan sonra mendil, gömlek, kravat gibi sık sık değiştirdikleri şuh kızlarla herhangi bir parka, herhangi bir gazinoya, herhangi bir kabareye giderler, bol bol dans ederek doyasıya eğlenirlerdi. Ne kaygısız hayattı o! .. Fakat burada? İşte bir yıl oluyordu ki aşağı yukarı yirmi beş bin nüfusu bulunan bu Anadolu kasabasındaydılar. Bu bir yıl içinde hiçbir genç kıza kur yapmak fırsatını dahi ele geçirememişlerdi. Ne taassuptu bu! .. Her pazar günü park, tren zamanı istasyon, hıncahınç kadınla dolardı. Fakat bu, iriyarı endamlı, geniş omuzlu, mavi gözlü,sarışın, pipolu delikanlılara "alıcı gözüyle bakan" bir tek genç kıza rastlamamışlardı.Bu akşamki baloya, onlar da usulen davet edilmişlerdi. Her zaman, bir veya iki erkeğe mukabil, tümen tümen kadın ve genç kız vardı. Daha evvel tecrübeyle öğrenmişlerdi ki bunlardan herhangi birisini dansa kaldırmaya teşebbüs etmek kös kös geri dönmekle neticelenirdi. Bu yüzden kendi dillerini pürüzsüz konuşan genç kaymakamın kendilerini büfeye davet edişinden istifade ederek bir aralık ondan "dam" rica ettiler. Netice hiç de ümit ettikleri gibi çıkmadı. Bu teklif karşısında genç kaymakamın yüzü birdenbire karıştı. Böyle bir şeyin olamayacağını, burasının bar olmadığını, arzu ederlerse falanca yerdeki "Türk barı"na gitmelerini izah ve tavsiye etti.
Bunun üzerine san saçlı ve pipolu iki genç tercümanlarını yanlarına alarak faytoncunun rehberliğiyle buraya geldiler. Kaymakam 'Türk barı" demişti. Lakin ne garipti bu Türk barları! .. Sokak başında faytondan inmişler, biraz yürüdükten sonra bir kapıyı çalmışlardı. Kapının üzerindeki küçük pencereye çıkartma resim gibi ihtiyar bir kadın yüzü yapışmış, sessiz bir kritiği müteakip, onları içeriye, bir toprak avluya, oradan da yarı çıplak vücutlu bir kadının oyunu ve şakrak sesi ile dolup taşan basık tavanlı bir sofaya almıştı.ilk dakikalarda yadırgadıkları bu yer, gitgide hoşlarına gidiyordu. Hele o kadın, ihtiyar ana kadının kucağında, bir ortaçağ ressamına model olacak derecede nefis vücutlu kadın! Onlara her şeyi unutturmuştu. İki yabancı Kezban'ı işaret ederek burnundan geliyormuş hissini veren yumuşak ve sisli kelimelerle şişman tercümanlarına bir şeyler söylediler. Tercüman gözlerini kendilerinden ayırmayan çaçaya Kezban'ı göstererek:
- Mösyöler, bayanı istiyorlar! -dedi.
- Müthiş yorgunum anne, beni mazur görsünler!
Cevap yabancılara tercüme edildi. Fakat şişman tercümanın yanındaki uzun boylusu sertleşen sesi ile bir şeyler söyledi:
- Ne demek? Böyle yerlerde müşteri reddedilmez ...demiş.
Kezban birdenbire doğruldu. Kaşları çatılmış, avurtları sıkılmıştı:
- Yorgunum efendim! İnsanı hasta yapan yorgunluktan anlamaz mı bu adamlar? -diye hiddetle söylendi. Onları, düşman gibi, kinli bakışı ile süzüyordu.
Tercüman bu cevabı ötekilere tercüme etmeye lüzum görmeden,
- Bu mösyölerin kim olduklarını bilmiyorsun galiba hanım? -dedi-. Hem ne olursa olsun, bir orospu müşterisinin arzularını yerine getirmeye, zevkini yapmaya mecburdur.
Kezban göğsünü yumrukluyordu:
- İşte ben, orospuyum ve müşterimin zevkini yapmayacağım. Anladınız mı? Mösyöler kim olursa olsunlar. Arzularını yerine getirmeyeceğim işte ...
Dudakları titriyor, göğsü hızlı hızlı inip çıkıyordu. Diğer kadınlar, şaşkın şaşkın ona bakıyorlardı. Kendi aralarında sık sık Kezban'ı çekiştirirlerken "Ne para canlısı kan! Ölecek kadar yorgun oluyor da, gene müşteri kabul eder, altın bileziklerden artık kolları görünmez oldu," derlerdi. Çaça kadın bile hala şaşkınlıktan kurtulamamıştı. İki yabancı, yerlerinden kalkmışlar, tercümana asabi asabi bir şeyler söylüyorlardı. Tercüman lalettayin bir umumi kadından yediği bu hakareti hazmedememiş gibi yerinde duramıyor, oflayıp poflayarak;
- Senin gibilerin hakkından polis gelir. Polis lazım polis! - diye yüksek perdeden söyleniyordu.
Kezban iradesini kimsenin eğiltemeyeceğinden emin halile ve gururla cevap verdi:
- Buyrun efendim! Polis iki adımlık yerde ... Arzu ederseniz ben çağırayım.
Şişman adam, hakikaten dışarı çıkmıştı. Biraz sonra yaşlıca bir polisle içeri girdi. Gürültüyü duyan diğer evin sermayeleri açık saçık kıyafetleri ile birer ikişer geliyorlar, onların etrafında halka oluyorlardı. Tercüman, hiddetli bir sesle, vaziyeti polise izah etti.
Kezban bir sandalyeye çökmüş, onlarla alakadar değilmiş gibi bir tavır almıştı. Ecnebilere daima nazik olmayı, onlara kolaylık göstermeyi kendi vazifesinin mühim bir düsturu sayan polis, Kezban'a döndü:
- Mösyöler içeri girdikleri vakit, seni çiftetelli oynarken bulmuşlar. Demek ki yorgunluk bahane ... Şu halde, buna sebep ne Kezban?
Genç kadın sandalyesinden tekrar fırladı. Sabrı tükenmiş gibiydi. Kollarım savurarak,
- Sadece istemiyorum. Anladınız mı sebebini? Evet yorgunluk falan hepsi bahane ... İstemiyorum efendim, istemiyorum.
- Fakat vazifeni unutuyorsun.
- Vazifem mi? Yapmıyorum vazifemi ...
- Mecbursun ...
Polis,
- Sonra, senin için fena olur ... -deyince "kırmızı fener"in dilberi, adeta deliye döndü. Zaten tırnaklarım avuçlarına geçirecek derecede asabi idi. Birden parladı:
- Bana hiçbir şey olmaz polis bey.
Boğazına bir şey tıkanmış gibi boğularak devam etti:
- Ben gavurlara orospuluk yapmam polis bey ...
Yutkunuyor, dudakları daha fazla titriyordu. Kendisini tutmak istediği besbelliydi. Fakat rolünde muvaffak olamadı. Gözlerinden iri iri taneler dökülmeye başladı.
Boğuk bir sesle:
- Beni nihayet buradan başka bir yere sürebilirsiniz.
Elinizden bundan başka ne gelir polis bey? Fakat sürüleceğim yer gene bir Türk memleketi değil midir?
Herkes susuyordu. Polis bile söylemeye hazırlandığı cümleleri yutmuştu. iki yabancı alık alık kadına bakıyorlardı. Kezban sıkılan yumruklarını kalçalarına vurarak kesik kesik söyleniyordu:
- Ben gavur orospusu değilim polis bey!
Bir sandalyaya yığılmış, başı kolları arasında hıçkıra hıçkıra ağlarken ağzından,
- Ben Türk orospusuyum polis bey ... Ben Türk erkeklerinin orospusuyum ... -sözleri döküldü.
Diğer kadınlar başlan önlerinde susuyorlardı. Yaşlı polis, gözlerindeki ıslaklığı etrafa göstermemek için ağır ağır bahçeye çıktı