Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi203
Bugün Toplam1049
Toplam Ziyaret1823739

Selahattin Baysal'ın kaleminden...

20 Mart 2012 tarihli gazetelerde, prof sıfatlı Milli Eğitim Bakanımızın şahane bir sözü gözlerime takıldı “ okula başlama yaş alt sınırı 60 ay”

Gerçekten, öğretim üyeliği yapmış biri olarak sayın bakanımız beni hayrete düşürdü.

60 ay demek 5 yıl demektir. Yani yavrularımız annelerinin kucağından alınıp tıpış tıpış okulların sınıflarına sokulacak ve okuma öğretilmeye çalışılacak. Yani çocuk merdivenin birinci basamağını çıkmadan üçüncü basamakta olacaksın denilecek!

Bir zamanlar “ Üniversiteye giriş imtihanını birincilikle kazandım” diyen, Milli Eğitim Bakanımıza sormuştum; “peki o üniversiteyi kaçıncı olarak bitirdiniz” diye, maalesef cevap alamamıştım.

Sayın Bakanım, şimdi zatı âlinize soruyorum: 60 aylık çocuğu sınıfa sokunca bir gelin, sınıfta o çocukları bir okutmaya başlayın bakalım, nasıl okutacaksınız ve de nasıl başarıya götüreceksiniz!

Evet psikologların da, eğitim uzmanlarının da, pedologların da üzerinde birlik oldukları çocuğun en iyi öğrenme yaşının 4-9 arası olduğudur. 12 yıllık öğretmenlik mesleğimde de gözlerimle gördüğüm bir fiili durumdur aynı zamanda…

Ama sayın bakanlarımız profesörde olsalar bilmedikleri veya unuttukları bir husus vardır, o da 4 yaşındaki bir çocuğun öğreneceği şeyler başka; sırasıyla 6-7-8-9… yaşlarında öğreneceği şeyler de başka başkadır.

4 yaşında iyi bir taklitçidir çocuk, her gördüğünü yapma gayret ve arzusundadır. Tıpkı 7-8 aylık iken gördüğü eşyaya emekleyerek gitme gayret ve çabası gibi bir durum.

Dört yaşında iken anne-babasını ve arkadaşlarını… tanıma hevesindedir. Eğer varsa onları bırakıp, onların kendileriyle akran olan çocuklarına karşı bir içgüdü, bir ilgi duymaya başlar, onlara kendi meziyetlerini gösterme arzusunu duyar, onların oyuncaklarıyla ilgilenir, kendi oyuncaklarını onlara göstermek ister.

Beş yaşında sokağa çıktığında sokağı tanımaya yönelir. Kısa mesajlı kelimeleri, türküleri ezberlemeye çalışır, her gördüğü cismin ismini öğrenmek ister, hakkıyla da öğrenir. Anne ve babasının ellerinden elini kurtarıp kendinin yardıma ihtiyacı olmadan yürüyebileceğini onlara göstermek ister; ister ama bir yoğunluğun içinde kaybolup gideceğini, bir arabanın kendini ezip geçeceğini düşünmez, yani akıl edemez, mantığı ancak önceki saydıklarımızı tanıyacak kadar gelişmiştir.

  Altı yaşında biraz daha açılmak ister, ufkunu adım adım kendine yaklaştırmak ister. Artık gördüğü cisimleri tanımakta, isimlerini aklında tutmakta zorlanmaz.

Zorlanmadığı gibi yeni yeni cisimleri tanımaya başlar, ilgisi çizgi filmlerden gerçek çocuk filmlerine kaymaya başlar.

Boyama kitaplarından usanır, kâğıtla kalemi kullanmaya başlar, kalem artık parmaklarının ucundan kaçmaz, beyninden gelen emir doğrultusunda parmakları istediği şekilde yazma ve çizmeye başlar. Kendini okumaya zorlar. Anne ve babasını, varsa abla ve ağabeyini öğretmeleri için zorlar, okuma yazmayı da kısmen öğrenir ama hamur daha cıvıktır, kıvamına gelmemiştir.

Bu yaştaki çocukları okula aldığımız zaman görürüz ki; ders yılının başlarında sınıfın 1-2-3.. sıralarındadırlar. Şubat ayında ise geriden gelen, başlangıçta okuma yazması olmayan yedi yaşındaki öğrenciler, onarlın yerlerini almaya başlarlar, nisan ayında ise 6 yaşındaki çocukla 7 yaşındaki çocuk arasındaki yarışmada kazanan taraf her zaman 7 yaşındaki çocuktur.

Hep aklıma gelir bu gibi hallerde 14-15 yaşlarında Şehzade Beyazıt arkadaşıyla av dönüşü Somuncu Baba’ya uğrarlar ve ekmek isterler. Somuncu Baba “ Biraz beklemeniz gerekmektedir” der. Beklerler ama Somuncu Baba bir türlü fırının kapağını açıp, ekmekleri çıkarıp onlara vermez.

Bu hale kızan, daha Yıldırım ismini almayan Şehzade Beyazıt: “Haydi çıkar şu ekmekleri ver, ben Şehzade Beyazıtım” der.

Somuncu Baba fırının kapağını açar, sonra da içerdeki ekmeklere bakar “Şehzadem, ekmekler daha kıvamında değiller” der.

Şehzade “Olsun, ver!” der.

Somuncu Baba “ Ekmekler kıvamına gelmeden Murat Han’da olsa vermem, Şehzadem kusura bakma. Kıvamında olmayan hiçbir şey mükemmeliyetlik ifade etmez. Damağa tat vermez, zamansız açan çiçek hayra delalet değildir” der.

Bir müddet sonra kapağı açar, bir ekmek çıkarır onu geri fırına sürer, başka bir ekmek çıkarır bakar, şehzadeye uzatır “ buyurun, afiyetle yiyin. Hiçbir şeyi zamanından önce yapmayın, kıvamına gelmeden yenen şey damağınıza tat vermez, zamanından önce yapılan işten de hayır çıkmaz, çıkmadığı gibi zararlara gebedir, zamansız doğumsa ölümdür” der.

İşte onun içindir ki; zamanından önce 1402 tarihinde Çubuk Ovasında yapılan savaş kaybedilmiştir.

Onun için diyorum ki, gözümüz gibi sevdiğimiz çocuklarımıza iyilik yapmak varken kötülük yapmayalım.

Tamda yazımı burada noktalamak isterken önümdeki gazetede şöyle bir keramet gördüm: “Derslik açığı kirayla kapatılır”

Vay anam vay!.. Demek bunca yıldır Türk Milli Eğitimin tepe noktasındakiler öğrenci artışlarını hesap edememişler, o vesile ile de okuyacak yavrularımıza okullar açıp yeterince derslik hazırlayamamışlar; şimdi kalkmış o bakanlardan biri yukarıdaki sözü sarf ediyor.

Acaba diyorum, bunlar milli eğitim bütçesi oluşturulurken neredeydiler veya bütçe nasıl hazırlandı.

Ben “Bunlar koyun gütmesini bile bilmezler” diyen Sayın Başbakanın yerinde olsam bırak bakan yapmayı, o bakanlıkta çalışan sıradan bir görevli yardımcısı bile yapmaz; yaptımsa da derhal azlederdim.

O kutsal koltuktaki muhterem birde demez mi “160 bin dersliğe ihtiyaç var”. Bir bakanın böyle konuştuğu bir ülkede gel de eğitimin düşürüldüğü elim duruma üzülme. 

1976 yılında Adana Ülkü-Bir Şube Başkanı iken, o yıl Ülkü-Bir Genel Merkezimiz tarafından bir “ Milli Eğitim Şurası” toplanmıştı, biz de o toplantıda sunduğumuz bildiride 1968 programındaki hataları bir bir sıralamış, sonrada yapılması gerekenleri dile getirmiştik.

Bildirimizin bir yerinde şöyle demiştik:

                                                           Devamı gelecek sayıda



647 kez okundu

Yorumlar

     29/03/2012 13:53

eline sağlık güzel yazı.
Misafir - esma

AlışSatış
Dolar34.425434.5633
Euro36.250536.3957