Arap Baharı derken, bahar rüzgarları bizde de esmeye başladı. Arap Baharı’nı emperyalizmin bir oyunu olarak görenlerin, olayların sosyolojik iç dinamiklerinden ne kadar habersiz oldukları da anlaşıldı. Arap ülkelerindeki sosyolojik iç dinamik; o ülkelerde (Libya, Mısır, Tunus, Suriye, vs.) serbest seçim olmaması ve yıllar boyu halkın üzerine çöreklenen diktatörlüklerdir. Halkta kıpırdanış gören dış güçler ise bu rahatsızlıktan yararlanarak oraya el atmışlardır. Sorun olmayan yerde dışarıdan yapılan müdahalenin başarı şansı zayıf olur.
Türkiye’deki sorunun Arap Baharına benzeyen ve benzemeyen yönleri var. Şöyle ki, bizde serbest seçimler var ve iktidarlar (darbeler hariç) seçimle gelir, seçimle gider. Seçim sisteminde baraj sistemi gibi önemli eleştirel noktalar olmakla birlikte, Arap ülkelerindeki göstermelik seçimlerden oldukça demokratiktir bizimki… Ancak bu farklılık yanında, Arap Baharı ile önemli benzerlik gösteren yönü, Başbakandaki giderek artan otoriterleşme eğilimidir. Herşeyi ben bilirim mantığı ile hareket eden Başbakan, toplumun değişik kesimlerinde kaygı uyandırmaktadır. İsrail’e karşı yapılan “van minit” çıkışı içeride milli duyguları okşayabilir, ama aynı mantığı kendi halkına uygularsan tepki alırsın.
Siyaset bilimciler, iktidarların ömrünün uzaması halinde, “iktidar yorgunluğu” denilen bir psikolojik rahatsızlığa düçar olduklarını yazarlar. Halktan aldıkları yüksek oy desteğinin kendilerinde yarattığı fazla güven, onları anormal davranmaya yöneltir. Bizim tarihimizde bunun tipik örneği Adnan Menderes dönemidir. Tek parti iktidarının baskıcı yönetiminden bıkan halk büyük bir coşku ile 1950’de Demokrat Parti’yi iktidara taşıdı. Çünkü önceki dönem hem baskıcı ve hem de açlık ve sefaletin kol gezdiği bir dönemdi. Mahmut Makal “Bizim Köy” isimli ünlü kitabında “doğunun adı çıkmış” diye başlıyor ve Anadolu’nun göbeğinde halkın açlıktan ot yediğini yazıyordu. Böyle bir ortamda iktidara gelen Menderes’in ilk yılları oldukça başarılı geçti. İsmet Paşa’nın damadı Metin Toker dahi o dönem için “DP’nin altın yılları” diyor. Ama 10 yılın sonunda “iktidar yorgunluğu” baş gösterdi, ekonomik sıkıntılar arttı, ABD’den yardım alamaz hale gelen Menderes yönünü Rusya’ya çevirdi. Vatandaş “vatan cephesi” adı altında bölünmeye teşvik edildi, aşırı yetkilerle donatılmış Tahkikat Komisyonu bardağı taşıran son damla oldu ve üniversite gençliği (ve hatta askeri okul öğrencileri) gösterilere başladı. Buna CHP’nin hırçın muhalefeti de eklenince 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile karşılaştık.
Şu anda da Türkiye’de halktan önemli destek alan ve bu desteğe güvenerek yanlış işler yapan, yaşam tarzına müdahale sayılabilecek uygulamaları normalmiş gibi algılayan, bu yanlış algısının farkında dahi olamayacak kadar kendine güvenen, bu marazi psikoloji ile giderek otoriterleşen bir Başbakan var. Oysa Başbakan sadece kendisini seçenlerin değil, seçmeyenlerin de Başbakanıdır. Farklılıklara saygı duymayan, toplumun beklentilerine duyarsız kalan Başbakan, bu davranışı ile tek adama endeksli bir görüntü vermektedir. Sürekli tek parti dönemini eleştirirken, bu davranışı ile çelişkiye düşmektedir.
Olaylar Taksim’deki Gezi Parkı konusunu aşmıştır. Konu, park ve ağaçlar meselesi değildir. Taksim’deki sorun sadece bir vesile olmuştur. Bardağı taşıran son damla olmuştur. Düdüklü tencerenin buharını usulüne uygun olarak tahliye etmezsen, fizik kanunlarına göre tencere patlar. Recep Tayyip Erdoğan, tencerenin patlamasına neden olmuştur.
Bir araya gelmesi çok zor kesimler dahi bir araya gelebilmiştir. Liderleri destek vermese de MHP ve BDP’liler de kısmen de olsa bu gösterilere iştirak etmiştir. Gösterilerde gözlemlediğim kadarı ile büyük ve ana kitle tamamen iyi niyetli olarak, demokratik bir tepki gösterisinde bulunmuştur. Bu tam anlamıyla bir “sivil itaatsizlik” hareketidir. Bu konunun teorisyenliğini yapan Henry David Thoreau iktidarların yasaları uygularken halka karşı yaptıkları yanlışlıklara gösterilen aktivist tepkileri “sivil itaatsizlik” olarak tanımlamış ve siyaset ve sosyoloji biliminde önemli bir yer edinmiştir.
Ancak, oldukça masum başlayan bu hareketin iki yanlış yapanı vardır. Birincisi polis şiddetidir. İkincisi polis şiddetine zemin hazırlayan provakatörler. Polisin orantısız güç kullanımı ve özellikle de biber gazı kullanımındaki acımasızlığın mazereti olamaz diye düşünüyorum. Ancak, bu olayda sadece polisi suçlamamın da eksik bir bakış açısı olduğu kanısındayım. Masum gösteriyi proveke edenler, sadece çevreyi, işyerlerini, araçları tahrip etmekle kalmamış, sosyal medyada çok sayıda kişinin öldüğü şeklinde kışkırtıcı yalan haberlerin de yayıcısı olmuşlardır. Bu kışkırtıcı tiplerin yasadışı davranışları gösteriye gölge düşürmüştür. Oysa, bu gösterinin amacı iktidara ve özellikle de Sayın Başbakana yasal bir uyarı vermektir.
Bu uyarıdan nasibini almış mıdır bilemem… Bunu zaman gösterecek… Bu gösterilerle ilgili özellikle vurgulamak istediğim husus; bu tepkinin seçim sandığına yansıtılmasıdır. Bu hareket seçimlere kanalize edilmediği takdirde, giderek marjinalleşir ve seçimlerin sonucunu içine sindirmeyenlerin gösterisi olmaktan öteye gitmez. Seçimlere yönlendirilebilirse, o zaman yararlı ve anlamlı olur. Umarım birileri de verilen mesajı almıştır.
Türkiye’deki sorunun Arap Baharına benzeyen ve benzemeyen yönleri var. Şöyle ki, bizde serbest seçimler var ve iktidarlar (darbeler hariç) seçimle gelir, seçimle gider. Seçim sisteminde baraj sistemi gibi önemli eleştirel noktalar olmakla birlikte, Arap ülkelerindeki göstermelik seçimlerden oldukça demokratiktir bizimki… Ancak bu farklılık yanında, Arap Baharı ile önemli benzerlik gösteren yönü, Başbakandaki giderek artan otoriterleşme eğilimidir. Herşeyi ben bilirim mantığı ile hareket eden Başbakan, toplumun değişik kesimlerinde kaygı uyandırmaktadır. İsrail’e karşı yapılan “van minit” çıkışı içeride milli duyguları okşayabilir, ama aynı mantığı kendi halkına uygularsan tepki alırsın.
Siyaset bilimciler, iktidarların ömrünün uzaması halinde, “iktidar yorgunluğu” denilen bir psikolojik rahatsızlığa düçar olduklarını yazarlar. Halktan aldıkları yüksek oy desteğinin kendilerinde yarattığı fazla güven, onları anormal davranmaya yöneltir. Bizim tarihimizde bunun tipik örneği Adnan Menderes dönemidir. Tek parti iktidarının baskıcı yönetiminden bıkan halk büyük bir coşku ile 1950’de Demokrat Parti’yi iktidara taşıdı. Çünkü önceki dönem hem baskıcı ve hem de açlık ve sefaletin kol gezdiği bir dönemdi. Mahmut Makal “Bizim Köy” isimli ünlü kitabında “doğunun adı çıkmış” diye başlıyor ve Anadolu’nun göbeğinde halkın açlıktan ot yediğini yazıyordu. Böyle bir ortamda iktidara gelen Menderes’in ilk yılları oldukça başarılı geçti. İsmet Paşa’nın damadı Metin Toker dahi o dönem için “DP’nin altın yılları” diyor. Ama 10 yılın sonunda “iktidar yorgunluğu” baş gösterdi, ekonomik sıkıntılar arttı, ABD’den yardım alamaz hale gelen Menderes yönünü Rusya’ya çevirdi. Vatandaş “vatan cephesi” adı altında bölünmeye teşvik edildi, aşırı yetkilerle donatılmış Tahkikat Komisyonu bardağı taşıran son damla oldu ve üniversite gençliği (ve hatta askeri okul öğrencileri) gösterilere başladı. Buna CHP’nin hırçın muhalefeti de eklenince 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile karşılaştık.
Şu anda da Türkiye’de halktan önemli destek alan ve bu desteğe güvenerek yanlış işler yapan, yaşam tarzına müdahale sayılabilecek uygulamaları normalmiş gibi algılayan, bu yanlış algısının farkında dahi olamayacak kadar kendine güvenen, bu marazi psikoloji ile giderek otoriterleşen bir Başbakan var. Oysa Başbakan sadece kendisini seçenlerin değil, seçmeyenlerin de Başbakanıdır. Farklılıklara saygı duymayan, toplumun beklentilerine duyarsız kalan Başbakan, bu davranışı ile tek adama endeksli bir görüntü vermektedir. Sürekli tek parti dönemini eleştirirken, bu davranışı ile çelişkiye düşmektedir.
Olaylar Taksim’deki Gezi Parkı konusunu aşmıştır. Konu, park ve ağaçlar meselesi değildir. Taksim’deki sorun sadece bir vesile olmuştur. Bardağı taşıran son damla olmuştur. Düdüklü tencerenin buharını usulüne uygun olarak tahliye etmezsen, fizik kanunlarına göre tencere patlar. Recep Tayyip Erdoğan, tencerenin patlamasına neden olmuştur.
Bir araya gelmesi çok zor kesimler dahi bir araya gelebilmiştir. Liderleri destek vermese de MHP ve BDP’liler de kısmen de olsa bu gösterilere iştirak etmiştir. Gösterilerde gözlemlediğim kadarı ile büyük ve ana kitle tamamen iyi niyetli olarak, demokratik bir tepki gösterisinde bulunmuştur. Bu tam anlamıyla bir “sivil itaatsizlik” hareketidir. Bu konunun teorisyenliğini yapan Henry David Thoreau iktidarların yasaları uygularken halka karşı yaptıkları yanlışlıklara gösterilen aktivist tepkileri “sivil itaatsizlik” olarak tanımlamış ve siyaset ve sosyoloji biliminde önemli bir yer edinmiştir.
Ancak, oldukça masum başlayan bu hareketin iki yanlış yapanı vardır. Birincisi polis şiddetidir. İkincisi polis şiddetine zemin hazırlayan provakatörler. Polisin orantısız güç kullanımı ve özellikle de biber gazı kullanımındaki acımasızlığın mazereti olamaz diye düşünüyorum. Ancak, bu olayda sadece polisi suçlamamın da eksik bir bakış açısı olduğu kanısındayım. Masum gösteriyi proveke edenler, sadece çevreyi, işyerlerini, araçları tahrip etmekle kalmamış, sosyal medyada çok sayıda kişinin öldüğü şeklinde kışkırtıcı yalan haberlerin de yayıcısı olmuşlardır. Bu kışkırtıcı tiplerin yasadışı davranışları gösteriye gölge düşürmüştür. Oysa, bu gösterinin amacı iktidara ve özellikle de Sayın Başbakana yasal bir uyarı vermektir.
Bu uyarıdan nasibini almış mıdır bilemem… Bunu zaman gösterecek… Bu gösterilerle ilgili özellikle vurgulamak istediğim husus; bu tepkinin seçim sandığına yansıtılmasıdır. Bu hareket seçimlere kanalize edilmediği takdirde, giderek marjinalleşir ve seçimlerin sonucunu içine sindirmeyenlerin gösterisi olmaktan öteye gitmez. Seçimlere yönlendirilebilirse, o zaman yararlı ve anlamlı olur. Umarım birileri de verilen mesajı almıştır.