Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi58
Bugün Toplam308
Toplam Ziyaret1822998
M. Demirel Babacanoğlu
karaisalihaber@hotmail.com
KEMAN SESLERİ (öykü)
06/07/2020

Keman çalan öğretmenimiz İsmail Bey’di. İsmail Bey, yakışıklı, sevecen, uzun boylu bir insandı. Ama, bir yanı daha vardı ki, çok sertti. Onu bir kez olsun öğrencisini azarlarken, döverken gören olmamıştır. Yine de hepimiz çok korkardık ondan.

Bana çok güleç davranırdı. Her fırsatta bize şarkı, türkü söyletirdi. Bana sıra geldiğinde her zaman aynı türküyü söylerdim.

“Ay doğar ayazlanır

Gün doğar beyazlanır

O yâr beni görünce

Hem güler, hem nazlanır”

Türkü bitince alkışlanırdım. Müzik saatleri sınıfta bir yumuşama oluştururdu. Sonra da biz hiç ayrımında olmadan derslere başlardık. O yıl birinci sınıftan ikinci sınıfa geçmiştim. Heceleye heceleye yazıları okumayı öğrendim. Bir şey daha öğrendim: Yazıların kolayca okunup yazılmadığını! Bir alın teri, bir emek, bir istek, bir dilek, bir amaç olmadan okur yazar olmak kolay değildi. Bunları bütün benliğimle anlayabiliyordum.

İsmail Bey kemanına dokunmuştu. Her gün keman çalardı. Bir güne bir gün onun keman çalmadığını bilen yoktur. O, odasında kemanıyla baş başa, sabahın erken saatlerinde başlar, saat dokuzlara kadar keman çalmayı sürdürürdü.

Onun, her nedense bizim karşımıza geçip keman çaldığını hiç görmedik. O, kemanı sekiz on metre kare gelen kendi odasında çalardı. Kemanın sesi, kapı aralığından, pencere pervazlarından sızarak bize ulaşırdı. Öğretmenimizin keman çaldığı oda, tam güneye, güneşe bakan odaydı. Kış günleri güneş doğduğu zaman, ilk önce keman çaldığı odaya girerdi. Oda keman sesleriyle özdeşleşir, sonra bizleri ısıtırdı. Yalnız biz değil okulun taş duvarları da ısınırdı.

Okulumuz, köyün her açıdan görülebilecek bir tepesinde  bulunuyordu. Su basmanı iki metre kadar yükseklikteydi. Sınıflara, güneye açılan mozaik merdivenden çıkılarak giriliyordu. Sağında, solunda sekiz on metre karelik iki oda vardı. Biri Başöğretmen Odası* olarak kullanılıyor, diğeri de öğretmenimizin kaldığı, keman çaldığı öğretmenler odasıydı.

Merdivenden çıkılınca, büyük geniş bir koridora girilirdi. Burası fırdolayı giysi askılıklarıyla doluydu. Öğrenciler sınıfa girmeden önce, ceketlerini, yağmurluklarını, kasketlerini, varsa paltolarını asarlardı. Bu kasketler, önü durnalı, kokartlı, sarı bantlı, lacivert renkliydiler. Öğrencilere daha bir resmilik, daha bir ün kazandırıyordu. Ayrıca, uzaktan yakından görenler onların öğrenci olduğunu hemen, anlarlar, sevecenlik, yakınlık, ilgi gösterirlerdi. Öğrencilerse, öğrenci olmanın havasını alabildiğince yaşarlardı.

Doğuda ve batıda karşılıklı iki sınıf vardı. Batıdaki sınıfta birinci devre (1., 2., 3. sınıf) öğrencileri kalırdı. İki sınıfın arasında kuzeye bakan kocaman bir işlik (atölye) yer alırdı. Burada, çekiç, keser, tokmak, testere, çivi, ağaç, kereste parçaları, bir de kullanılmayan tek atla çekilebilen pulluk yer alırdı. İkinci devre (4.,5. sınıf) öğrencileri iş derslerini burada yaparlardı.

Zil çalınca sırayla derslere girilir, sırayla teneffüse çıkılırdı. O yıl bir değişiklik oldu. Birinci devre sınıflarını İsmail Bey, ikinci devre sınıflarını da bayan öğretmenimiz okuttu. Kafamı kurcalıyorum ama, bu bayan öğretmenimizin adını çıkaramıyorum. Aklımdan “Naime” kalmış. Naime Hanım, genellikle koyu lacivert giysiler giyerdi. Saçlarını tarar, makyajsız güler yüzüyle görürdük onu. Çoğu kez İsmail Beyle yan yana olurlardı. Bir şeyler konuşurlardı ama biz duyamazdık. Onları duyacak biçimde yakınında olmak pek de olası değildi…

Uygulama bahçesi hemen okulun arkasındaydı. Tarım derslerinde burada kümeler halinde çalışıyorduk. Zeytin, incir, çam ağaçları dikerdik. Soğan, sarımsak, turp, ıspanak, nane, maydanoz gibi sebzeler ekerdik. Her kümenin bir ekeneği olurdu. O ekeneğe bakmak, işlemek, ekmek, hasat etmek, görevli kümelerin işiydi. Yaz mevsiminde de bu işlerini aksatmazdı kümeler. Ama köyümüzde su yoktu. Yarım saatlik uzaktaki Murtlu Kuyu’dan getirilirdi. Bir de, 15-20 dakika uzaklıkta olan Kör Kuyu’dan getirilirdi su. Bu kuyunun suyu içilmezdi. Bu yüzden sulama işi yeterince olamazdı, ağaçlar, sebzeler kururdu. Her ders yılında yeniden diker, ekerdik. İncir ağaçlarından başka ağaçlar yetişmezdi. İncir, uzun süre susuz yaşayabilen bir ağaç türüdür. Arsızdır, kessen, söksen bile yerinde kalan kılcal köklerden yine filiz verir, çıkar kendini gösterirdi.

Biz yaz dinlencesinde, okulun bahçesinde çevresinde gezinirken, İsmail Bey’in keman seslerini duyar gibi olurduk. İşte bak yine onun keman sesleri kulağımın içinde. İnce, duyarlı, sanatlı bir sesti bu. Bu ses, İsmail Bey’in bütün yaşamını anlatıyordu! Sevgisini, özlemini, gençliğini, çevresini, derse giriş çıkışlarını, çocuklarla konuşmalarını ve kendisini.. O, bu keman sesleri içerisinde beyaz giysiyle, okulun merdiveninden sekerek çıkıyor, sınıftaki çocuklara yetişmek istiyor! Kemanını kucaklıyor, özlemle dokunuyor tellerine. Biz sınıftayız, o, odasında, keman seslerini dinliyoruz yine…Rahatlık, dinginlik veriyor bize. 

Okulumuz çevre köylerin en eski okullarından biriydi. Yazı devriminin hemen sonrasında yapılmıştı. Bir saat kadar uzaklıktaki köylerden öğrenciler gelirdi. Hatta, bizim bilmediğimiz önceki yıllarda daha uzak köylerden öğrenciler gelir, akrabalarının yanında kalır, burada okurmuş. Bir eğitim merkezi olan okulumuzun bir de pansiyonu vardı. Ama bu pansiyon hiç kullanılmadı denilebilir!. Çevre köylerde okullar yapılınca bu pansiyon önemini yitirdi iyiden iyeye. Sonradan okul yapısı olarak kullanıldı. Yine de buradan okul olarak yeterince yararlanılamadı! Okul olmaya elverişsiz yapısı, kullanıma izin vermiyordu.

Yağmurlar yağdığı, havalar soğuk olduğu zaman uzaktan gelen öğrencilerin işleri zorlaşıyordu. Yağmur yağmasa, havalar soğuk olmasa bile öğrenciler okula vaktinde ulaşamıyorlardı. Çoğu büyükçe çocuklardı, kiminin bıyığı yeni terliyordu. Aladağ, Kumdere köylerinden gelen bu öğrenciler, çok büyük zorluklar çekerlerdi. Akşamın geç vaktinde evlerine varırlar, sabahın erken saatinde evlerinden ayrılırlardı. Toplu halde gelir giderlerdi. Kimi zaman da köyün  yaramaz çocukları tarafından rahatsız edildikleri olurdu. Okul çıkışında arkalarından koşarlar, taşa tutarlardı. Olayın gören köyün büyükleri bu olumsuzluğu önlemeseler yaramazlık daha da büyüyebilirdi! Veliler,  bu aymazlığın sürmesine izin vermediler.

Yine bir gündü, işte o gün bütün düğüm noktası çözümlenecekti. Belki de öyle olmayacak, daha karanlık, daha çözümsüz bir yola gidilecekti. Kış günlerinin karamsar, yağmurlu bir sabahıydı. Öğrenceler istemeseler bile okula geç kalmışlardı. Dışarıda, merdivenin önünde sıra olduk. Öğrenci andını söyledikten sonra içeri girdik. Geç kalanlar içeri alınmadı. Okulun girişinde bulunan büyük geniş koridora alındılar. Orada sıraya dizildiler. İsmail Bey bu tür gecikmeleri hiç bağışlamıyordu. Kim bilir belki de her gün geç kalkmak, onun hoşuna gitmiyordu. İleri sürdükleri gerekçeler de ona inandırıcı gelmiyordu. Onun için, köy uzakmış, yakınmış hiç önemli değildi. Erken kalkılacak, okula gelinecekti. Çünkü okul bir öğrenim yuvası, bir aydınlıktı. Aydınlıktan yararlanmamak olmazdı. Ne yapıp yapıp öğrencilik görevini yerine getirmek gerekliydi. Öğrencinin yalnızca bir görevi vardı, o da verilen sorumluluğu yerine getirmekti. Madem ki okula geliniyordu, iş olsun, zaman dolsun diye gelinmezdi! Gelince de bir şey öğrenilmeliydi. Daha doğrusu, iyi şeyler öğrenilmeliydi. Yarım yamalak bilgilerle, ecüş bücüş yazılarla olmazdı. Benim çocuk okula gitti mi gitti, geldi mi geldi olmamalıydı. Görevi yüce bilmeli, o ölçüde önemli görülmeliydi. Kaldı ki, bu öğrenciler yedi sekiz yaşlarında değildi. Kocaman, on iki, on dört, bazıları da on beş, on altı yaşlarındaydı, sesi kalınlaşmış, bıyığı terlemiş delikanlılardı. Böyle çocukların yüreği geniş ayağı sıçrayışlı, göğsü soluklu olmalıydı. Böyleyse neden geç kalıyorlardı?

İsmail Bey, tüm bunları düşünüyor, bu sorulara yanıt arıyordu. Yanıt alamayınca da, canı yeterinden fazla sıkılıyordu. Sinirleri bozuluyordu. Öfkesine gem vuramıyordu. Soruyordu teker teker:

“Niçin geç kaldın?”

“Yolumuz uzak öğretmenim.”

“Erken kalkın oğlum.”

“Erken kalkıyoruz ama yetişemiyoruz.”

“Yollarda oyun oynayıp eğleniyorsunuz, ondan yetişemiyorsunuz.”

“Yok öğretmenim, oynamıyoruz.”

“Ben duydum, izledim, gördüm, yollarda oyuna dalıyorsunuz, okul, ders aklınıza gelmiyor.”

“Hayır öğretmenim.”

“Yalan söylemeyin, bak sizin gibi uzaktan gelen başkaları da var. Onlar niçin yetişiyorlar okula?”

“………?”

Bu soru karşısında geç kalanlar susuyorlardı. İsmail Bey de sinirlerine dur diyemiyordu. Elindeki sopayla, çocukların ellerine ellerine çok da sert olmayan bir hızla vuruyordu. Sırasıyla vura vura geliyordu. Akili ile Cumhur’un önüne geldi, ellerini açmadılar. Akili, Cumhur biraz dik, büyük çocuklardı…

İsmail Bey,

“Açın” diye bağırdı.

“Açmıyoruz” dediler,

“Karşı mı geliyorsunuz?”

diyerek omuzlarına, kafalarına vurmaya başladı. Öğrenciler elleriyle kendilerini sopadan korumaya çalışıyorlardı. Sonunda dayanamadılar, sopayı tuttular. İsmail Bey bu kez tekme, tokat, yumrukla girişti. Onlar da karşılık verdiler. Sınıfta bulunan Naime Hanım gürültüye patırtıya  koşarak geldi. Kavgayı durdurmak için araya girdi. “Çocuklar ayıp, öğretmeniniz, yapmayın! İsmail Bey sen de yeter bırak artık, çocuklar  çocukluk yapmışlar, ileri gitme… affet, bağışla…” gibi şeyler söylüyordu. Sonunda kavga durdu. İsmail Bey epeyce hırpalanmıştı. Çocukların da ondan kalır yanı yoktu? O gün Kumdere’den gelen öğrencilerin tümü okulu terk ettiler, bir daha da okula gelmediler. Ertesi gün, Akili ile, Cumhur’un dedesi Osman Koca geldi. İsmail Beyle görüşmek istedi, ama öğretmenimiz öğretmenler odasından dışarı çıkmadı. Odanın penceresinden dışarı başını uzattı. Osman Koca’ya,

“Torunların beni dövdü” dedi.

Osman Koca üzüntülü…

“Çocukların kusuruna bakma. Onlar bir çocukluk etmiş, sen bağışla…”

Öğretmenimiz; “Bir şartla” dedi, okula her gün vaktinde gelirlerse…”

“Pekeeey öğretmen beğ…”

“Yarın bekleyeceğim çocukları…”

“………!”

Osman Koca ayrıldı.

Biraz sonra hüzünlü keman sesleri duyulmaya başladı.

Dipnot:

Başöğretmen Odası: Sonradan Müdür Odası.

Durna: Kasket siperliği.

İncirgediği İlkokulu, 70’li yıllarda örene döndü

NOT: YAYIN HAKKI YAZARININIDIR.

 

 



466 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın

Yazarın diğer yazıları

ATATÜRK ÖLDÜ MÜ - 09/11/2024
Yazan: M. Demirel Babacanoğlu
GEÇMİŞTEKİ BEN…/ Öykü - 24/10/2024
GEÇMİŞTEKİ BEN…/ Öykü
OKULLARDA TEMİZLİK - 19/10/2024
OKULLARDA TEMİZLİK
CEM SULTAN - 09/10/2024
CEM SULTAN
UYKUSUZLUK ÖYKÜSÜ - 06/10/2024
UYKUSUZLUK ÖYKÜSÜ
YAŞAM BU BUDEĞİL Mİ - 05/08/2024
YAŞAM BU BU DEĞİL Mİ
ÜZÜM VE YARARLARI - 29/07/2024
ÜZÜM VE YARARLARI
İNSANLIK SAVAŞLA DENENMEZ - 20/07/2024
İNSANLIK SAVAŞLA DENENMEZ
MADIMAK - 03/07/2024
MADIMAK
 Devamı
AlışSatış
Dolar34.413134.5510
Euro36.357136.5028